GÜNDEM - 18 Aralık 2025 Perşembe 14:07

Dışişleri Bakanı Fidan: "Yeniden askeri yollara başvurma ihtiyacının ortaya çıktığını görmek istemiyoruz"

A
A
A
Dışişleri Bakanı Fidan: "Yeniden askeri yollara başvurma ihtiyacının ortaya çıktığını görmek istemiyoruz"

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, "Biz de sürecin diyalog, müzakere ve barışçıl yollarla ilerlemesini umuyoruz. Yeniden askeri yollara başvurma ihtiyacının ortaya çıktığını görmek istemiyoruz. Ancak SDG, ilgili aktörlerin sabrının tükenmekte olduğunu anlamalı" dedi.


Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, TRT World’e verdiği röportajda bölgesel ve küresel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Bakan Fidan, Türkiye’nin Filistin meselesinde uluslararası vicdanın sesi olduğunu vurgulayarak İsrail’in Gazze’deki saldırılarına karşı Türkiye’nin en başından bu yana açık bir diplomatik duruş sergilediğini kaydetti.


İsrail’in uzun yıllar uluslararası sistemde fiilen dokunulmazlık zırhıyla hareket ettiğini belirten Bakan Fidan, "Bu durum on yıllardır böyleydi ve İsrail uluslararası sistemden muaf tutuldu, ama bence bu dönem artık sona erdi. Türkiye, ortaklarıyla birlikte bu sonuca varılmasında çok önemli bir rol oynadı. Bu yüzden İsrail, Türkiye’nin katılımına şiddetle karşı çıkıyor. Ama burada tek ilgili aktör İsrail değil. Burada başka ilgili aktörler de var, bu yüzden onlarla da görüşüyoruz" şeklinde konuştu.


Bakan Fidan, İsrail’in Türkiye’nin olası uluslararası güvenlik mekanizmalarına katılımına karşı çıktığını ancak Ankara’nın ilgili tüm aktörlerle temaslarını sürdürdüğünü dile getirerek, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla bakanlıklar arası ekiplerin Gazze’ye yardım ulaştırılması konusunda yoğun çalışma yürüttüğünü söyledi.


Fidan, İsrail’in Türkiye’nin olası uluslararası güvenlik mekanizmalarına katılımına karşı çıktığını ancak Ankara’nın ilgili tüm aktörlerle temaslarını sürdürdüğünü belirterek, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla bakanlıklar arası ekiplerin Gazze’ye yardım ulaştırılması konusunda yoğun çalışma yürüttüğünü söyledi.


"En büyük tehdidin terörizm olduğunu düşündük ve devreye girdik"


Türkiye’nin terörle mücadelede bölgedeki en tecrübeli ülkelerden biri olduğunun altını çizen Bakan Fidan, "Son 40 yıldır PKK ve diğer terör örgütleriyle mücadele ediyoruz. Bu süreçte ciddi bir birikim, kapasite ve uzmanlık geliştirdik. Dolayısıyla konu DEAŞ olduğunda, ne yazık ki geçen yıla kadar Suriye’deki tehdit ortamı nedeniyle DEAŞ ve diğer terör örgütleri sistemdeki boşluklardan faydalanabildi. Ancak artık iç savaş sona erdi, Şam’da halk iradesi hâkim ve şu anda sağlıklı bir iş birliği söz konusu. Daha önce de ifade ettiğim gibi, bir iş birliği mekanizması olduğu sürece bunun üstesinden gelebiliriz. Devrimin ilk aylarında, 2025’in başlarında, diğer bölge ülkeleriyle bir araya geldik. Dedik ki, ‘Suriye toparlanma sürecine girdi. Çok derin yaraları var, iyileşmesi için zamana ihtiyacı var ve bu süreçte uluslararası ve bölgesel desteğe ihtiyaç duyuyor. Ancak bu sırada başka düşmanca unsurların bu süreci istismar etmesini istemiyoruz.’ Bu nedenle o dönemde en büyük tehdidin terörizm olduğunu düşündük ve devreye girdik. Bu iş birliği, Suriyeli ortaklarımızın zihinlerinde ayrı bir farkındalık oluşturulması açısından oldukça faydalı oldu" ifadelerini kullandı.


"Uluslararası DEAŞ karşıtı koalisyonun bir parçası oldular ve Vaşington’da gerekli belgeleri imzaladılar"


Suriye’nin uluslararası DEAŞ karşıtı koalisyona katılımının önemli bir adım olduğunu belirten Fidan, şöyle devam etti:


"Uluslararası toplumun DEAŞ’la nasıl mücadele ettiği, hangi mekanizmaların kullanıldığı ve artık birer devlet aktörü olarak diğer bölge ülkeleriyle birlikte bu sorunla nasıl başa çıkmaları gerektiği onlar için yeni bir alandı. Bu açıdan faydalı oldu. Suriyeli muhataplarımız oldukça yetkin ve bu meseleyi ele alma konusunda son derece istekli. Bildiğiniz üzere uluslararası DEAŞ karşıtı koalisyonun bir parçası oldular ve geçen ay Vaşington’da gerekli belgeleri imzaladılar. Bu çok olumlu bir adımdı. Böylece DEAŞ’la mücadele konusunda, diğer ülkelerle birlikte kararlı olduklarını açıkça ortaya koydular. Şu anda askeri ve istihbarat uzmanlarımız, diğer bölge ülkeleriyle, Amerikalılarla ve ilgili tüm taraflarla birlikte DEAŞ’la mücadele gündemini ileriye taşıyor. Hiçbir terör unsurunun Suriye halkının ve devletinin toparlanma yolculuğunu sabote etmesine izin vermemeliyiz."


"Bir devlette, farklı otoritelere bağlı iki ya da üç ayrı silahlı yapı olamaz"


Suriye’nin kuzeyindeki SDG unsurlarının entegrasyon sürecine ilişkin değerlendirmede bulunan Fidan, sürecin yavaş ilerlemesinden duyulan rahatsızlığı dile getirdi.


Türkiye, Suriye ve bazı ortakların, SDF’nin zaman kazanmaya çalıştığı yönünde ortak bir kanaate sahip olduğunu ifade eden Fidan, "Amerikalı ortaklarımız da bu sürecin tamamlanması gerektiğinin farkında. Bu, Suriye’nin birliği açısından hayati önemde. Bildiğiniz üzere, Suriye’deki muhalif silahlı grupların tamamı, SDG hariç, artık Savunma Bakanlığı çatısı altına girdi. Çünkü SDG, eski muhalefet yapısının bir parçası değildi.


Eskiden farklı silahlı gruplar vardı ve tek bir komuta-kontrol yapısı altında değillerdi. Şimdi ise Savunma Bakanlığı’nın komutasını kabul ettiler. Bu, ulusal birlik açısından son derece önemli. Çünkü bir devlette, farklı otoritelere bağlı iki ya da üç ayrı silahlı yapı olamaz. Böyle bir durumda birlikten ve egemenlikten söz edemezsiniz" diye konuştu.


"Yeniden askeri yollara başvurma ihtiyacının ortaya çıktığını görmek istemiyoruz"


Suriye Hükümeti ile SDG arasında varılan 10 Mart mutabakatını anımsatan Fidan, "Biz de sürecin diyalog, müzakere ve barışçıl yollarla ilerlemesini umuyoruz. Yeniden askeri yollara başvurma ihtiyacının ortaya çıktığını görmek istemiyoruz. Ancak SDG, ilgili aktörlerin sabrının tükenmekte olduğunu anlamalı. 10 Mart tarihli anlaşmaya bağlılıklarını gecikmeden ve çarpıtmadan yerine getirmeleri bekleniyor. Bu anlaşmadan herhangi bir sapma görmek istemiyoruz. Şam’daki Suriyeli ortaklarımız da bunun ulusal birlik için hayati bir adım olduğunu görüyor. Ben temkinli ama umutlu bir iyimserlik içindeyim. Doğru yöntemler ve iş birliği biçimleriyle bu noktaya ulaşacağımıza inanıyorum" dedi.


"Gazze örneğinde olduğu gibi, bu tür bir arabuluculuk ancak ABD’nin aktif katılımıyla mümkün"


Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin değerlendirmelerde bulunan Fidan, Türkiye’nin her iki tarafla da konuşabilen nadir ülkelerden biri olduğunu ve ateşkes için başından bu yana yoğun çaba gösterdiğini söyledi. Avrupa’nın ortasında süren savaşın büyük bir yıkıma yol açtığını aktaran Fidan, "Karadeniz’e doğru olası bir genişleme, Türkiye ve diğer kıyıdaş ülkeler için ciddi bir risk oluşturuyor. Bu nedenle Türkiye, savaşın başından itibaren ateşkes için yoğun çaba sarf etti. Pek çok girişimimiz oldu; bazılarını ortaklarımızla, bazılarını tek başımıza yaptık. Son haftalarda görüşmelerin yoğunlaştığını görmekten memnuniyet duyuyoruz. Avrupalılar devrede, Amerikalılar arabuluculuğu yürütüyor. Bu süreçte Başkan Trump ve ekibine özel bir takdir borçluyuz. Gazze örneğinde olduğu gibi, bu tür bir arabuluculuk ancak ABD’nin aktif katılımıyla mümkün. Biz de Amerikalılarla, Ruslarla, Ukraynalılarla ve Avrupalılarla temas halindeyiz. Taraflar şu anda bir anlaşmaya oldukça yakın" ifadelerine yer verdi.


Ortaya çıkacak mutabakatın Ukrayna halkına sunulacağını belirten Fidan, güvenlik garantileri konusunun sürecin en zor başlıklarından biri olduğunu kaydetti.


"Sorunların en kısa çözümü ateşkestir"


Karadeniz’de artan güvensizlik ortamına da değinen Fidan, Tahıl Anlaşması sayesinde 30 milyon ton tahılın dünya piyasalarına ulaştırıldığını, bunun özellikle Afrika için hayati önemde olduğunu vurguladı. Ticari gemilerin hedef alınması ve İHA tehditlerinin bölgesel güvenliği zedelediğini belirten Fidan, "Karadeniz’de güvensizlik yeniden arttı. Türk Hava Kuvvetleri Karadeniz’den gelen bir İHA’yı düşürdü. Ticari gemiler hedef alındı. Bu ciddi bir sorun. Hükümetiniz enerji altyapısı ve liman tesisleri için bazı güvenlik garantileri çağrısı yapıyor. Ancak Karadeniz’de gemilerin hedef alınması, mayınlar ve İHA’lar kıyıdaş ülkeleri de etkiliyor. Romanya ve Bulgaristan’la bu konuda askeri iş birliği içindeyiz. Tüm bu sorunların en kısa çözümü ateşkestir. Aksi halde uyardığımız bölgesel tırmanma gerçekleşiyor ve bu başka yerlere de yayılabilir" diye konuştu.


"Kıbrıslı Türklerin izolasyonu sona ermeli"


Kıbrıs meselesine ilişkin değerlendirmesinde Fidan, Güney Kıbrıs’ın AB Dönem Başkanlığı’nı devralmasının Türkiye açısından hem risk hem fırsat barındırdığını belirterek şu ifadeleri kullandı:


"Rum yönetimi her platformda Türkiye’yi engelliyor. Buna rağmen Avrupa’nın karşı karşıya olduğu tehditler, AB-Türkiye iş birliğini her zamankinden daha önemli hale getirdi. Kıbrıs’ta gerçekler ortada. Türk tarafı Annan Planı’na ‘evet’ dedi, Rumlar ‘hayır’ dedi. Eşitlik temelinde bir güç ve refah paylaşımını kabul etmiyorlar. Herkes bunu biliyor. Alternatif nedir? İki devletli çözüm. Siyasi sorun dondurulabilir, ama ekonomik, turistik ve enerji alanlarında iş birliği yapılabilir. Kıbrıslı Türklerin izolasyonu sona ermeli. Gerçekleri söylemek cesaret ister. Bu cesareti göstermeliyiz."


(OHÖ-

Bunlar Da İlginizi Çekebilir
Rize Rize havası Türkiye’de ve dünyada kuraklığa çare olacak Türkiye’nin en fazla yağış alan noktası olan Rize’de geliştirilen yerli mikroorganizmalarla yağmur bulutlarının yağış bırakma kapasitesi artırılarak kuraklık, su krizi ve iklim değişikliğine çevre dostu bir çözüm sunulması hedefleniyor. Rizeli girişimci Habip Koçal ve danışmanları Prof. Dr. Serkan Naci Koç tarafından yürütülen projede, Rize’de geliştirilen yerli probiyotik mikroorganizmalar sayesinde atmosferdeki su buharını yağmur kapsülleri haline getirerek bulutların yağış bırakma kapasitesi arttırılmaya çalışılıyor. Bu mikroorganizmalar, özellikle ’0’ derece civarındaki daha sıcak yağmur bulutlarında etkili olabiliyor ve klasik gümüş iyodür teknolojisine göre daha düşük maliyetli ve çevre dostu bir alternatif sunuyor. Yağmur bulutlarından yeryüzüne inen bu kapsüller, yalnızca yağışı tetiklemekle kalmıyor; aynı zamanda toprağa ulaştığında biyolojik gübre görevi görerek tarımsal verimliliği destekliyor. İlk denemelerin kuraklık riski taşıyan barajlar ve su havzaları üzerindeki yağmur bulutlarında yapılması planlandığı projenin başarılı olması halinde yağış rejiminin dengelenmesi, baraj doluluk oranlarının artırılması ve su krizinin hafifletilmesi amaçlanıyor. Çalışmanın, yerli ve bilimsel temellere dayalı olması nedeniyle hem ulusal hem de küresel ölçekte iklim değişikliğiyle mücadelede yeni bir yöntem sunabileceği ifade ediliyor. Geliştirdikleri mikroorganizmaların kapsül formuna getirildiğini belirten Rizeli girişimci Habip Koçal, İlk denemelerin barajlar ve su havzaları üzerinde yapılmasının planlandığını ifade ederek "Türkiye’de ilk yerli probiyotik mikroorganizmaları ürettik. Şimdi geliştirdiğimiz bu ürünü danışman hocamız Prof. Dr. Naci Koç ile kapsül şeklinde havadaki atmosferdeki buharcıkları yağmur kapsülü haline getiriyoruz. Bunlar yeryüzüne indiği zaman hem iklim krizini hem de su krizini önleyecek. İlk denemeler zannediyorum ki barajlar üzerine olacak. Yani barajların kuraklık noktaları üzerine ve su havzaları üzerine olacak. Tarım Bakanımızla ve Cumhurbaşkanlığımıza gerekli bilgileri aktardık. Meteoroloji Genel Müdürlüğümüzle gerekli toplantılarımızı yapıyoruz. İnşallah denemeler başladığı zaman daha detaylı haberleri sizler devletimizin büyüklerinden alacaksınız" dedi. "Bütün Türkiye’yi bütün dünyayı Rize’den elde ettiğimiz mikroorganizmalar ile bir Ayder havası ve bir Anzer havası yapabiliriz" Çalışmalarda Rize’ye ait genetik bankaların kullanıldığını vurgulayan Koçal "Buranın genetik bankalarını kullandık yani Rize’nin gen bankalarını gen haline getirdik ve transfer ettik. Bunları da bilimsel verilerle ispat ettik. Bunların mikro biyel gübre olarak da ayrıyeten HB07 HB03 ve HB010 diye ayrı ayrı genetikleri çıkarıldı. Yani 3 tane ayrı ürün var. HB010 havada yağmur kapsüllemeye yarıyor. HB07 havadaki mikroorganizmaları yani zararlı virüsleri bırakıyoruz havaya. Yani şunu diyebiliriz bütün Türkiye’yi bütün Dünya’yı bir Ayder havası ve bir Anzer havası yapabiliriz. Havadaki patojenleri temizleyip havadaki mikroorganizmaları stabil hale getirebiliyoruz. HB03 de ise topraktaki mikroorganizmayı 150 yıl önce hale getirebiliyoruz. Sadece testlerden bir tanesini söyleyeyim kontrol grubu toprakta 2,5 ppm demirken diğer attığımız HB03’de 32’ye çıkıyor. Yani demir miktarını 17 kat neredeyse arttırmış" şeklinde konuştu. Mikroorganizmalarla yağmur yağdırma üzerine dünyada çok araştırmalar yapılıyor" Projeye ilişkin bilimsel değerlendirmelerde bulunan Prof. Dr. Serkan Naci Koç ise iklim değişikliğinin dünyanın en büyük problemlerinden biri olduğunu söyledi. Koç, özellikle kuraklığın giderek arttığına dikkat çekerek "İklim değişikliği dünyanın en büyük problemlerinden birisi, özellikle en büyük sorunlardan birisi iklim değişikliğinde kuraklıkların giderek atmasıdır. Bu yıl da mesela ülkemizde ciddi anlamda bir kuraklık var. Barajlarda boşalma var. Kuraklığın önüne geçmenin en önemli yollarından bir tanesi yapay yağmur yağdırma. Bizim yağmur bombaları dediğimiz bombalarla yağmur yağdırma günümüzde dünyada gümüş iyodür teknolojisiyle yapılmaktadır. Gümüş iyodürün kristalleri su kristallerine çok benzediği için yağmur yağdırabiliyor. Fakat gümüş teknolojisi pahalı bir teknoloji ’eksi 8 eksi 10’ derecelerde süper soğumuş su buharına ihtiyaç duyuyor. Alternatif teknolojilerden bir tanesi tuz teknolojisi, diğeri de mikroorganizmalarla yağmur yağdırma. Mikroorganizmalarla yağmur yağdırma üzerine dünyada çok araştırmalar yapılıyor. Mikroorganizmaların bir avantajı ’0’ derecelerdeki yani daha sıcak bulutlarda yağmur yağdırma kapasitesine sahipler. En etkili bakteri bir ’Pseudomonas’ tipi bir bakteri fakat o yaprak hastalıklarına neden olabiliyor. Yani yağmur yağdığı zaman yaprak hastalıklarına neden olabiliyor. Dolayısıyla bunun pratik kullanımı mümkün değil. Bazı bakterilerimizin yüzeyinde buz kristallendirici proteinler olduğunu keşfettik ve dolayısıyla bunun yağmurlamada kullanabilecek bakterilerimiz var ve bunlar faydalı bakteriler yağmurla birlikte toprağa yağdıkları zaman bitkilere, ormanlara yağdıkları zaman da biyolojik gübre görevi de görüyorlar. Çevreye de faydaları dokunuyor. Dolayısıyla diğer bilimsel araştırmalarda öne çıkan bakteri gibi zarar vermiyorlar. Bununla ilgili yetkililiklerle girişimlerde bulunduk. Önümüzdeki günlerde yağmurlama için ilgili Ar-Ge çalışmaları yapılacak" diye konuştu. "Üretilen mikroorganizmaların çevreye zarar vermiyor" Üretilen mikroorganizmaların çevreye zarar vermediğini vurgulayan Koç, ilgili kurumlarla girişimlerde bulunduklarını ve önümüzdeki günlerde yağmurlama için Ar-Ge çalışmalarının başlayacağının da altını çizerek "Bir avantajımız da bizim ürettiğimiz mikro organizmalar tamamen yerli. Tamamen yerli girdi ile üretilmektedir. Analizleri Türkiye’de yapılamadığı için İtalya’da yapılıyor. Dolayısıyla ciddi bir efor sarf edilmiş durumda. Biz bu buluş ile iklim problemine, yağmur problemine bir çözüm getirmeyi umut ediyoruz. Hem ulusal hem de global çapta bunu yapmayı umuyoruz. Yağmur tohumlayarak yağmur yağdırmak, mikrobiyal toprak gübresi ve hava savunma sisteminde mikro organizmalarımız kullanılabilir durumda ve bunların ilgili çalışmaları da başlamak üzere" ifadelerini kullandı.
Muğla Datça Pazarı’nın değişmeyen yüzü oldu Muğla’nın Datça ilçesindeki semt pazarında tezgah açan esnaflar arasında yer alan 63 yaşındaki İsmail Tonka, 33 yıldır Datça Pazarı’nın değişmeyen yüzleri arasında bulunuyor. Datça ilçesinde 1992 yılından bu yana her Cumartesi günü pazarda tezgah açan İsmail Tonka, pazarın kalabalığı içinde dikiş makinesinin sesiyle tanınıyor. Dikiş makinesi ile vatandaşların dikiş, tadilat ve tamir işlerini yapan Tonka, Datça Pazarı’nda sürekliliği temsil eden esnaflardan biri olarak dikkat çekiyor. 1974 yılında çıraklık yaparak başladığı mesleğine 1992 yılına kadar devam ettiren ve sonrasında ise pazarcılığa yönelen Tonka, son 15 yıldır da mesai arkadaşı olan dikiş makinesi ile çalışmalarını sürdürüyor. Her hafta Tavas’tan Datça’ya Denizli’nin Tavas ilçesinde yaşayan Tonka, yaz kış demeden her Cumartesi sabahı Datça’ya geldiğini belirterek, "Denizli’nin Tavas ilçesinden geliyorum. Mesleği 1974 yılında çıraklık yaparak öğrendim. 1992 yılından beri Datça Pazarı’na geliyorum. Bu mesleği ise yaklaşık 15 senedir yapıyorum, daha öncesinde normal pazarcılık yaptım. Hava şartları ne olursa olsun tezgahımı kuruyorum. Gün boyunca çalışarak vatandaşların günlük ihtiyaçlarına çözüm sunuyorum. Yaptığım işi seviyorum ve memnunum. Sağ olsunlar vatandaşlar da bizden memnun. Bu şekilde gittiği yere kadar mesleğimi sürdürmeye ve vatandaşlara yardımcı olmaya devam edeceğim" dedi.
İzmir Meme ve prostat kanserleri önemli genetik ortaklıklar taşıyor Prof. Dr. Burak Turna, meme ve prostat kanserlerinin farklı organlarda görülmesine rağmen önemli genetik ortaklıklar taşıdığını söyledi. BRCA mutasyonlarının ortak risk faktörü olduğunu belirten Prof. Dr. Turna, "Bu nedenle aile öyküsü genetik değerlendirmelerin en kritik aşamalarından biri haline geldi. Kanser türleri arasındaki genetik bağlantıların anlaşılması kişiye özel sağlık stratejilerinin geliştirilmesi açısından çok önemli." dedi. Acıbadem Kent Hastanesi Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Burak Turna prostat kanserinde erken tanı ve güncel tedavi yaklaşımları konusunda bilgi verirken, meme ve prostat kanserlerinin genetik ilişkilerine dikkat çekti. BRCA mutasyonları ortak risk faktörü Prof. Dr. Turna, genetik ilişkiler konusunda şunları söyledi: "Özellikle BRCA1 ve BRCA2 genlerindeki mutasyonlar kadınlarda meme ve over, erkeklerde ise daha genç yaşta ortaya çıkan agresif prostat kanseri riskini belirgin şekilde artırıyor. Genetik değerlendirmelerde aile öyküsü bu nedenle çok önem kazanıyor. Erken yaşta veya agresif tipte meme kanseri tanısı alan bir annede BRCA mutasyonu bulunması durumunda, oğlunun prostat kanseri açısından genetik değerlendirmeye alınması gerekir. Aynı şekilde metastatik ya da yüksek dereceli prostat kanseri tanısı olan bir babanın kızında meme kanseri riskini artıran genetik değişiklikler görülebilir." Meme ve prostat kanserinde yüksek sıklık Öte yandan Prof. Dr. Turna, Türkiye ve dünyada kadınlarda en sık görülen kanser türünün meme kanseri olduğunu hatırlattı, her 8 kadından birinin yaşamı boyunca bu hastalığa yakalanabileceğini söyledi. Prostat kanserinin de erkeklerde en yaygın görülen kanser türlerinden biri olduğunu belirten Prof. Dr. Turna, "Bu kanserin erkeklerde yaşam boyu görülme riski yüzde 12-15 seviyelerinde. Bu yüksek oranlar, iki hastalığın ortak genetik temelini anlamayı daha da önemli hale getiriyor." dedi. Prof. Dr. Turna, genetik analizlerin sadece risk belirlemek için değil, erken tanı stratejilerinin oluşturulmasında kritik önemde olduğunu söyledi. Genetik analizlerin ayrıca gereksiz tedavilerin önlenmesinde, aile bireylerinin risk düzeylerinin belirlenmesinde önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Turna, "PARP inhibitörleri (bazı kanser hücrelerindeki bozulmuş DNA onarım mekanizmalarından yararlanarak seçici kanser hücresi ölümüne yol açan bir hedefli kanser ilacı sınıfıdır) gibi hedefe yönelik tedavilerin planlanması açısından da genetik analizlerin önemi büyük." diye konuştu.